5 Ağustos 2016 Cuma

Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz- Melisa Kesmez

     Sinematografik ismiyle dikkatimi çekmişti ilk olarak bu kitap. Daha sonra genç bir yazarının olduğunu öğrendim. Öykülerinin bayağı beğenildiğini okudum. Ve haliyle okumaya  karar verdim bu kitabı. Öykü okumayı seviyorsanız ya da öykü okumak istiyor ama bir arayış içindeyseniz kesinlikle hiç düşünmeden başlayacağınız bir kitap. Küçücük kitaba bir sürü dopdolu öykü sığdırmış Melisa Kesmez. Ve bu öykülere de bir sürü duygu. Öykü kitabı okumak zordur bana göre. Hele de iyi bir öykü kitabı okuyorsanız daha da zor. Bir öyküyü bitirdikten sonra onun size hissettirdiklerini bir süre yaşamanız, düşünmeniz gerekir. Bir süre üzülmeniz, şaşırmanız ya da sevinmeniz. Bir yandan da diğer öyküye geçmek için sabırsızlanırsınız eğer iyi bir öykü kitabı okuyorsanız. Böyle arada kala kala okursunuz öykü kitaplarını. Melisa Kesmez’de de aynısını yaşadım. Dilinin gerçekçiliği, yalınlığı her bir öyküsünde sımsıkı sardı beni. Sonra hızla bıraktı. Ben bir yandan öbür öyküyü okumak için sabırsızlanırken bir önceki öykünün etkisi hala duruyordu. Her bir öyküsündeki karakterlerin gerçekçiliği, olayların, durumların hep yaşamımızdan kesitler olması, dile dökemediğimiz ama hepimizin hissettiği şeyleri böyle yalın, düz ama bir o kadar da canlı anlatması belki de beni bu kadar etkiledi.

      Yazarın Bazen Bahar adında başka bir öykü kitabı daha bulunuyor. Onu da okumak için sabırsızlanıyorum. Ve tekrardan söylüyorum. Kesinlikle okuyun.

2 Ağustos 2016 Salı

OZ- ADAM FAWER

      Adam Fawer ismi çoğu kişiye olduğu gibi bana da bir şeyler vaat ederek geldi. Olasılıksız ve Empati’de gerçekten zekasına ve yaratıcılığına hayran kaldığım yazar ne yazık ki beni bu kitapta hayal kırıklığına uğrattı. Bundan önceki kitaplarıyla kıyaslamadan düşündüğümde bile çok iyi bir kitap olduğunu düşünmüyorum.
      Konusuna geçmem gerekirse hepimizin bildiği Oz Büyücüsü hikayesinin yazarın kurgusuyla değiştirilmiş hali. Ama karakterlerimiz ve olaylar aynı. Adam Fawer kitabın başına Türk okuyucular için bir ön söz yazmış. Kitaplarını okuduğumuz için bize teşekkür etmiş. Türkiye’deki editörünün bu kitabı yazması için onu cesaretlendirdiğini ve hatta sıkıştırdığını da belirtmiş. Zaten kitabın da böyle bir kaygıyla ve sırf bir önceki kitapların başarısına güvenilerek yazıldığı belli. Karakterler ve olay kurgusu zaten belli. Arada yazarın değiştirdiği olaylar silsilesi ise çok inandırıcı değil.
       Adam Fawer gibi gerçekten zeka kokan eserler yazabilen bir yazarın sırf ticari bir kaygı güderek böyle bir kitap yazması beni biraz üzdü. Yayınevi de arka kapakta hiçbir ipucu vermeden, direk yazarın eski kitaplarını öne çıkarıp bundan prim sağlamış.

Ben kitabı tüm bu nedenlerden dolayı beğenmedim ama kitabın hızlı okunabilir bir kitap olduğunu ve akıcı bir dili olduğunu da söylemeliyim. 

28 Temmuz 2016 Perşembe

GÖLGESİZLER- HASAN ALİ TOPTAŞ

Hasan Ali Toptaş’ın 1994 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü’nü almış kitabı Gölgesizler. Beni yazarla tanıştıran kitap kendisi. Yazarın tarzını, dilini, üslubunu tam olarak algıladığınız bir kitap. Gelelim benim düşüncelerime:
    İlk olarak söylemem gereken bir şey var. Ben bu kitabı okumaya başladıktan birkaç sayfa sonra bir durum fark ettim. O da şuydu: Ben bu kitabı okuyup bitirdikten birkaç yıl sonra elime tekrar alıp bir kez daha bakmalıyım. Kitabı tam olarak anlayacak, içerdiği varoluşsal felsefeyi tam olarak hissedecek entelektüel ve duygusal olgunlukta olmadığımı fark ettim yani.
    Kitabın her cümlesi sizi düşünmeye iten, oldukça fazla anlam yükleyip hakkında saatlerce konuşabileceğiniz bir şekilde yazılmış. Bir yetenek var yani ortada belli bir şekilde. Konu olarak basit bir şekilde değinecek olursak bir köyde ve bu köyden uzakta olan bir berber dükkanında meydana gelen olayların anlatılması. Köyden kaybolan karakterlerin bu berber dükkanına yollarının düşmesi ve bu olaylar esnasında meydana gelen gerçeküstü olayların normalleştirilerek anlatılması. Ben kitabı okurken kafamın hep bir kenarından Marquez kitapları  geçti. Yazar azıcık ucundan büyülü gerçekçilik akımından etkilenmiş gibi hissettim. Bu benim oldukça hoşuma gitti. Eğer bu tarzı seviyorsanız okurken muhakkak siz de seveceksinizdir. Kitabı bitirdikten sonra ufak bir araştırma yaptım ve yazarın bu kitabı hakkında yazılmış bir makale buldum. Orada bu kitabın büyülü gerçekçilik akımından etkilenmiş gibi görünmesine rağmen aslında sadece postmodern bir eser olduğu söyleniyordu. Çünkü büyülü gerçekçilik akımı ile yazılan eserlerde daha farklı belli kuralların olması gerekiyormuş.
     Kitabı okuduktan sonra aklımda belirli bir şekilde sıraya koyamadığım pek çok düşünce yer aldı. Ufak makaleler ve eleştiri yazıları okuyunca o uçuşan düşünceler yerine oturdu. Sonuç olarak ben kitaptan zevk aldım ama eminim varoluş felsefesine hakim olsaydım çok daha bilinçli bir şekilde yorumlayabilirdim. Yazarla tanışma kitabım demiştim zaten. Bundan sonrası da gelecektir.

    Ayrıca bu kitabın 2008 yılında yönetmen Ümit Ünal tarafından çekilmiş bir de filmi bulunuyor.

20 Temmuz 2016 Çarşamba

KIRMIZI SAÇLI KADIN- ORHAN PAMUK

   Cem annesi ve babasıyla gayet normal bir hayat yaşarken bir gün babası evi terk eder. Ve parasal açıdan zor bir duruma düşen Cem, hem annesine yük olmamak hem de üniversite sınavı için dershaneye gitmek için para kazanmak amaçlı yaz tatilinde bir süre bir kuyucu ustasıyla İstanbul’un yakınlarında bir yerleşkede çalışmaya başlar. Buradan sonra gerçekleşen olaylar karakterimizin tüm yaşamının etkilenmesine neden olacaktır. Ve yazını bundan sonraki kısmı kitap içeriğinden bahsedecektir. Spoiler var yani J
Kitap hakkında söylenecek oldukça şey var
     Birincisi karakterimiz Cem’in babası tarafından terk edilmesinden sonra yanında çalıştığı ustasını hem bir baba gibi görmesi, hem böyle hissettiği zamanlarda içten içe pişmanlık duyması ve bence babası gibi bilgili ve entelektüel bir insanın yerine bir kuyucu ustasını koymanın utancını yaşaması, bu utancı ona yaşatan kendi babasına da öfkelenmesini görüyoruz. Bu duygu değişimlerine kitapta oldukça yer veriliyor.
     Kitapta geçen efsanelere gelirsek hem doğudan hem de batıdan aynı evrensel temanın kullanılması ve hikayenin kendi kurgusuna yayılması romana oldukça şiirsel bir hava katmış.
    Kitapta Cem’in ustasını kuyunun dibinde bırakmasına ve kaçmasına bütün okurlar sinirlenmiş ve kızmıştır sanırım. Bu durum şehirli, okumuş ve eczacı bir babanın oğlu olduğunu hep kafasının bir kenarında tutan karakterimiz için aslında çok da beklenmedik bir hareket değildi bana göre. Ustasına duyduğu saygı ve sevginin yanında farklı olduğunu gösterme arzusunu böyle kanıtlamıştı sanki. Tabi bu durumu kanıtlama arzusu otuz yıl peşini bırakmayacak bir pişmanlık ve vicdan azabı bunun yanında da bilinmezlik duygularına sürükledi onu.
    Bir de kitaba adını veren Kırmızı Saçlı Kadın var tabi. Cem’in kuyu kazmak için geldiği bu yöreye gezici bir  tiyatroyla gelmiş, saçları kırmızı kendisi etkileyici bir tiyatro oyuncusu kadın. Cem Kırmızı Saçlı Kadın ile aynı efsanelerde olduğu gibi bir gece geçirmiş ve sonra onu bir daha hiç görmemiştir. Ya da çok uzunca bir süre desek daha doğru olur. Bu birliktelik de aynı efsanelerde olduğu gibi onun ancak otuz küsür yıl sonra haberinin olacağı bir çocuğun dünyaya gelmesine sebep olmuştur.

   Kitabımızın sonu da Cem’in sürekli okuduğu, takıntılı olduğu efsanelerdeki gibi şiirsel bir şekilde bitti. Sanki o da sonunun böyle bitmesini istedi.

14 Temmuz 2016 Perşembe

LOLİTA- VLADIMIR NABOKOV

    Nabokov’un Amerika’da yayınlayamayınca ilk olarak Fransa’da yayınladığı, yıllarca yasaklanan, tartışılan, kült eseri.
    Konusu itibariyle insanların ön yargıyla bakması garip bir durum değil. Çünkü orta yaşlarda pedofili bir erkeğin, ev sahibesinin on iki yaşındaki küçük kızına duyduğu tutkuyu ve aşkı konu edinen bir eser. Lolita’nın insanı en rahatsız eden yanı Humbert adlı karakterin sadece bir sapıklık olarak değil, gerçek bir aşık olarak kendini anlatması ve oldukça entelektüel ve şiirsel bir biçimde aşkını dile getirmesi. Bu şekilde yazması bizim baş karakterden nefret etmemizi bir şekilde engelliyor ona karşı acıma duymamıza neden oluyor. Böyle bir konudan beklenmeycek bir duyguya sürüklüyor yani yazar bizi. Asıl o rahatsız ediyor okuru. Yazar ise okurun erotizm konusu hakkında beklediğini bulamadığı bir eser olduğunu söylüyor Lolita hakkında. Erotik kitaplarda cinselliğin basamak basamak tırmandığını, kendi kitabında ise hep aynı çizgide olduğunu bu yüzden beklentiyi karşılamadığını,  ayrıca Lolita’nın oldukça ahlaki ve edebi bir eser olduğunu söylüyor. Ve Lolita’nın yazılma amacının kendisine edebi ve estetik bir zevk vermiş olması olarak tanımlıyor.
    Ayrıca yine okuru, en azından beni, rahatsız eden durumlardan biri de Humbert adlı karakterimizin bu aşkında karşılıklı olduğuna ve on iki yaşındaki Dolores’in (Lolita) de bu duruma itirazı olmadığına yönelik cümleleri. Ama bir şeyi unutmamalıyız ki bu hikaye bize Humbert adlı karakterin gözünden anlatılmış ve bu sebeple böyle bir yönlendirme yapılması çok doğal. Zaten bazı cümlelerden  ve Dolores’in  duygu ve davranış durumlarından, ruhen ve bedenen zedelenmiş bir çocuğun varlığını anlıyoruz. Bunun gözümüze sokulmadan yapılması ise olayı daha dramatik kılan unsurlardan bana göre.
    Kitabın farklı zamanlarda farklı yönetmenler tarafından çekilmiş iki tane de filmi bulunuyor. 1962 yapımı olan Stanley Kubrick tarafından, 1997 yapımı ise Adrian Lyne tarafından çekilmiş.


6 Temmuz 2016 Çarşamba

BAYAN PEREGRİNE’NİN TUHAF ÇOCUKLARI-GÖLGE ŞEHİR

      Bayan Peregrine’nin Tuhaf Çocukları serisinin ikinci kitabı olan Gölge Şehir’de kahramanlarımız bir önceki kitapta bıraktığımız yerden devam ediyor. Olaylar çok daha sürükleyici bir şekilde ilerliyor. Yine kitapla paralellik gösteren fotoğraflar sayfalarda yer alıyor. Bunun haricinde benim bu seri hakkında söyleyeceğim başka bir durum var. Kendini ikinci kitapta daha güçlü bir şekilde hissetiriyor. O da şu : Irkçılık ama kendi ırkını tüketen bir ırkçılık.
       Malumunuz konumuz ellerinde olmayan sebeplerle sahip oldukları tuhaflıklar nedeniyle toplumdan soyutlanmış karakterlerin maceralarını konu alıyor. Kendilerini toplumun geri kalanından izole etmek için zaman döngüleri oluşturuyorlar. Olayın trajik yanı ise onlara zarar veren canavarların yine kendi içlerinden çıkmış olması. Kendilerini toplumdan dışlayan normal insanlardan daha üstün gören bir grup ayrılıkçı tuhafın dünyaya hükmetmek istemesi sonucu tuhaflar dünyasında gölge denilen canavarlar oluşuyor. Ve yıllar yılı süren bu kaçma kovalamaca ve saklanma olayı baş gösteriyor. Normal insanlar hiçbir şeyden haberleri olmadan hayatlarına devam ederken, tuhaflar kendi içlerindeki bu çatışma yüzünden av ve avcıyı oynamak durumunda kalıyor. Kendi ırklarına diğer insanların onlara verdiği zarardan  çok daha fazla zarar veriyorlar. Ve bunun doğuşundaki asıl sebep de kendilerini diğer insanlardan daha üstün görmeleri. Yani temelinde bu düşüncenin olması. Gölge Şehir kitabında bazı diyaloglar ise bu düşünceyi bayağı dile getiriliyor. Evet ayrılıkçı grubun bu düşünceleri nedeniyle ortaya bu durum çıkıyor fakat kendi baş karakterlerimizin konuşmalarında bile bu düşünceyi hissedebiliyoruz. Örneğin Emma’nın Jacop’a ‘’ Tuhaflıklarımız diğer insanlardan eksik olduğumuzu değil onlardan fazla olduğumuzu gösterir’’ demesi. Normalde kendini üstün gören ırklar diğer ırklara zarar vererek bunu dile getirir. Bu hikayede ise kendilerini çürütüyorlar. Yazarın bunu bir alt metin olarak sunduğunu hiç sanmıyorum ama ben okurken bu düşünceler aklımdan geçmişti. O sebeple yazmak istedim.


26 Haziran 2016 Pazar

SİDDHARTHA- Hermann Hesse

Nobel ödüllü yazar Hermann Hesse’nin yazmış olduğu bir kitap Siddhartha. Kitabın ilginç ismi baş karakterimizin adından geliyor. Siddhartha bir kendinle konuşma, aydınlanma ve ruhsal yolculuk kitabı. Karakterimiz kendini dünyanın tüm nimetlerinden çekmiş sadece ruhsallığa önem veren bir Brahman. Kitabın ilerleyen sayfalarında bu Brahmanın ruhsal yolculuğuna, değişimine, ilerleyişine, kendini anlamlandırma çabasına tanık oluyoruz. İnsanı okurken her cümlesinde başka düşüncelere iten ve gerçekten bir sorgulama durumuna sokan düşünsel bir hikaye. Bana göre bir yolculuk kitabı Siddhartha. Somut anlamda olmasa da ruhsal olarak hep yolda olan ve durunca kendini tedirgin hisseden birinin hikayesi.  Varacağı yolu bilemeyen ama yoldan da kendini alıkoyamayan birinin düşünceleri. Kitabın bu mistik konusunu tamamlayan bir diğer etken de şiirsel dili. Genellikle bu şekilde içselliği, kendinle konuşmayı, tartışmayı konu alan kitaplar okurken bir süre sonra dikkatimizin dağılmasına ya da sıkılmaya yol açabilir. Ama bu kitabın öyle akıcı ve şiirsel bir dili var ki, okurken kelimeler yuvarlanıp gidiyor gibi hissediyorsunuz. Ve bu durum kendini arayan bu keşişin hikayesine de oldukça yakışıyor.